112-İHLAS

2. Allah o sameddir. O hep bir, herşey kendisinin ve her dileğin mercii, hiç eksiksiz herşeyin amacı ve herkesin isteği olan şanlı uludur. Ve gerçekte en mükemmel ve tek samed ancak O'dur.

Samed: Bu isim hakkında lügat açısından ele alınacak esaslı iki ayrı anlam rivayet edilmiştir.

Tefsir âlimlerinin çoğu, ta yukarıda da işaret olunduğu üzere, birinci mânâdan olarak sıfat-ı sübûtiyye olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da ikinci mânâdan sıfat-ı selbiyye olduğunu nakletmişlerdir. Başkaları da hem sıfat-ı sübûtiyye, hem de sıfat-ı selbiyye mânâlarını gözeterek tefsir etmişlerdir ki, bunda her iki mânâyı da dikkate almak bulunmaktadır. En doğrusu da budur. Bunu çift anlamlı bir sözün her iki gerçek anlamını birden murad etmek şeklinde değil, ilâhî isimlerde nihâî maksat olmak bakımından iki mânâdan hangisine hamledilirse maksada uygun olacağı cihetle genel bir mecaz olarak ikisinin de en mükemmel olan lâzımını irade tarikiyle birleştirilmesi dir.

Türkçe'de bu mânâlar "eksiksiz, gediksiz, deliksiz, katıksız som diye ifade olunabilir. Bu hiçbir şeye muhtaç olmamaktan, gınâyı tamdan, kemâl-i a'lâdan kinaye olmuş olur.

"Esed oğullarının en hayırlı iki kişisinin, yani Amr b. Mesud'un ve sıkıntılı zamanlarda kendisine başvurdukları efendilerinin ölüm haberini veren haberci acele etti."

Zibrikan da demiştir. Böyle olunca kelimenin yorumunda evlâ olan Kur'an'ın nâzil olduğu lehçede bilinen mânâdır. İbnü Büreyde'nin babasından rivayet ettiği hadis sahih olsa bütün görüşlerin en sıhhatlısı ve evlâsı o olurdu. Çünkü Resulullah (s.a.v.) Allah Teâlâ'nın muradını ve indirdiğinin mânâsını herkesten daha iyi bilir.

Ragıb da der ki: Samed emirde masmud-i ileyh olan seyyiddir. Ve "samede samdehu, kasede kasdehu" doğruca ona kasdetti, doğrudan doğruya ona yöneldi demektir. Bir de denilmiştir ki, samed ecvef olmayan yani içinde boşluk bulunmayandır. Ecvef olmayan ise iki türlüdür: Birisi insandan aşağı, öbürü de insandan yücedir.

Allah Teâlâ ile melekler gibi. "Allahussamed" kavliyle maksad da o bir takımlarının ilâhlık isnad ettikleri kimselerin hilafına olduğuna dikkat çekmektir. Kur'an âyetinde "O'nun annesi de sıddîka (dosdoğru) idi, ana oğul her ikisi de yemek yiyorlardı." (Mâide, 5/75) buyurulmakla bu mânâya işaret olunmuştur. Çünkü hıristiyanlar Hz. İsa ile annesine ilâhlık isnad etmişlerdi, onları red için "İsa ve anası yemek yerlerdi" diye ihtiyaca mahkum olduklarını ve hades sahibi bulunduklarını ve bu yüzden de ilâh olamayacaklarına tenbih edilerek Maide Sûresi'nde "Her ikisi de yemek yerdi." (Maide, 5/75) buyurulmuştur. Bunun gibi burada da Allah'ın eksiksizliğini açıklamak üzere buyurulmasında söz konusu mânâya bir tenbihte bulunulmuştur. yani "içinde boşluk yoktur, karnı yoktur" diye tefsir olunması da aslında O'nun yeme ve içmeden münezzeh olduğuna tenbih içindir. Tefsirlerde anlamını tercih edenler, bu inceliğe dikkat çekmek için tercih etmişlerdir. Bu anlamda "samed" yalnızca sıfat-ı selbiyyeden olmuş olur. Bununla beraber cevfi, yani boşluğu, eksiği ve ihtiyacı olmamak, tam anlamıyla eksiksiz olmak, mutlak ğınadan kinâye olarak sübûtî sıfatları da içine alır. Ancak kendi eksiği ve ihtiyacı olmamak muhtaç olanların ihtiyaçlarını görmek ve işlerinde onların m e rcileri ve maksutları olmak yüceliğini açıkça dile getirmiş olmaz. Önceki mânâ bunu açıkça belirlemekle sıfat-ı sübûtiyyenin kemâlatını gerektirdiği gibi eksiksizliğin gereği olan anlamları da içine alır. Lügat bakımından da bu mânâ daha çok bilindiğinden pekçok tefsir âlimi bunu tercih etmişlerdir.

Samed ism-i şerifi konusunda doğrudan doğruya kasıt ve sığınma mânâsının hakiki ve izafî yönlerini bütün incelikleriyle anlatan Şeyh'in bu açıklamasını anlayabilecekler için insanlık marifet ve vazifesinin Hakk'dan başka hedefi olmamak lazım geldiğini tebarüz ettirmesi bakımından cidden güzel bir nasihattır. Bu açıklama Samed ism-i şerifinin, kulların ihtiyacı açısından "bütün ihtiyaçlarda masmûd-i ileyh" mânâsının izahıdır. Masmûd-i ileyh olmakta iltica ve istinad olunmak anlamı, bunun için de gına, yani zenginlik bulunma anlamını gerekli kıldığndan, Şeyh açıklamasında bunu tebarüz ettiriyor. Bunlar güzeldir. Ancak iki önemli noktaya dikkat çekmek gereki y or: Birisi ğına konusunda "Muhakkak ki, Allah âlemlerden müstağnîdir." (Ankebut, 29/6) âyeti gereğince sıfat-ı selbiyye olan "ğına-yı nefsî"yi mülahazaya ihtiyaç duymamıştır. İkincisi de "Hazineleri yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur..." (Hıcr, 15/21) mânâsıyla sıfat-ı sübûtiyye olan ğınayı mülâhaza ettiği halde bunda hem her şeye mâlik olmak, hem de her birinden birer tane olarak bütününün birden hazinesine mâlik olmak şeklinde değil de, her birinin sonsuz hazinelerine mâlik olmak mânâsı açıkça belli ve bunda da ğına-yı nefsî mânâsı daha belirgin iken, Şeyh muhtaç olunan şeylerden birine veya birkaçına mâlik olmayı samediyyet mefhumunun izahı için yeterliymiş gibi göstermiştir. Bundan dolayıdır ki, yaratılmışlar ve sebepler âleminde bir yönüyle de ols a kısmî bir samediyyet mülâhaza etmiştir. Halbuki samediyyet yalnızca bazı ihtiyaçlarda maksud ve hedef olmak demek değildir. Bütün ihtiyaçlarda hedef ve son merci olmaktır. Bundan dolayı sözlük anlamını açıklayanlar, hem müntehelcümû (çoğulların sonu) anl a mıyla bütün ihtiyaçlarda masmûdiileyh (kendisine muhtaç olunan) diye tasrih etmişler, hem de "Üstünde hiç kimse yok" kaydına tenbih eylemişlerdir. Ayrıca "O öyle bir seyyiddir ki, seyyitlik kendisinde son bulur." demekle de reislikte sınır olan ekme l i dile getirmişlerdir. Hasılı Samed sözünde bizim "som" tabir ettiğimiz şeyde olduğu gibi, bir tamlık ve eksiksizlik anlamı vardır. Bundan dolayı kasd anlamına kullanıldığı zaman da maksuddaki kusursuzluğu ve mükemmelliği ifade eder. Halbuki ğına-yı nefsî yani istiğna-yı zatî bulunmadan ğına-yı tam da bulunmaz, son olma söz konusu olmaz. Ğınayı tam bulunmayanda hazinelerine kendisinin ihtiyacı var demek olacağından cimrilik tasavvur olunabilir, ondan atâ ve ihsan umulmaz. Ayrıca ğına-yı nefsîsi olmayanda tam izzet de bulunmaz. Mağlup edilmek, izin ve müsaadesi olmadan hazinelerindeki cebren alınmak, hatta kendisi ortadan kaldırılıp yok edilmek de mümkün olur. O halde bizzat maksud ve sığınılan kendisi olamaz ve "O'ndan başkası doğrudan doğruya kastedilmez." mânâsı da gerçekleşmiş olmaz. Bundan dolayı Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette "Herkesten müstağni, herkes kendisine muhtaç" diye istiğna-yı tam tasrih olunduğu gibi, Keşşaf ve İbni Sina da buna işaret eylemişlerdir. Fakat Muhyiddin Arabî sadece tam m ânasıyla hakiki samediyyeti değil de ilâhî hazinelerden olan samediyyeti sonradan olma marifet açısından Allah'ı tanımak için delil olarak ele almış, varlık ve sebepler âleminde, özellikle insanın kendisinde bir bakıma maksud olan nisbî ve izafî samed mân a sını dahi anlatmak istediği ve örfte buna da samed denmek söz konusu olduğu cihetle bunda ğına-yı nefsî mülâhazasına lüzum görmemiş ve ihtiyaç bulunan bir emrin bulunması mânâsıyla samediyyetin Allah'a mahsus olduğunu, "Hepsi Allah'ın elinde ve hepsi Alla h 'ın yanındadır, her zaman ve her işte iltica ve itimad edilecek samed ancak O'dur, sebepler kendisine güvenenlere çoğu zaman hıyanet eder." diye ihtarda bulunmuştur. Varlık ve sebepler âleminde bulunan bir bakıma samediyyet nasibi ile samediyyet iddia olu n maktan ve ona samed denilmekten de nehyetmiştir. Küllî veya cüz'î sebebi ihmal etmemek, külliyetine veya cüziyyetine göre ona kuvvetli veya zayıf meylin meşrû olduğunu söyleme ile beraber Allah'dan başkasına tam bir bağlılıkla güvenmemeyi ve yönelmemeyi, n amazdaki kıble ve sütre meselesini bütün işleri için örnek tutarak, sebepleri bazan sağa, bazan sola alarak bütün varlığıyla kasd ve niyyetini doğrudan doğruya Allah Teâlâ'ya doğrultmak gereğini tenbih ve nasihat eylemiştir. Bununla yüce sözündeki kasrı n manâsına da işaret eylemiştir zira burada mârifedir. Müsnedin marife olması da kasr ifade eder. Bunun mânâsı sizin samed denince anladığınız, tanıdığınız, kasdettiğiniz hakikat bütün yönleriyle Allah'a mahsustur, demek olur. Bu takdirde Allah'dan başkasına samed denilemez. Ve "lâm-ı tarif" ahd-i cinse yüklenmiş demek olur. Fakat lâm ahd-i haricîye yüklenmek daha uygundur. Bu takdirde ise samed denilince daha üstünü tasavvur olunamayacak şekilde her zihinde şimşek gibi çakacak olan en mümtaz mânâsıyla b e lli bir tek samed vardır, o da Allah'dır, demek olur. Bu ifadede mutlaka samed isminin Allah'a kasrı yoktur. Allah'tan başkasına da herhangi bir yönden samed denilebilir. Nitekim Arapça'nın kullanılışında da böyledir. Ancak burada "en mükemmel" mânâsıyla ve ehadiyyet vasfı ile sıfatlanmış olarak Allah'ın isimlerinden bir isim olarak O'na mahsus olur ki, İbnü Esir, "Nihaye"de bu mânâları şöyle özetlemiştir: Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan Essamed, suvded kendisinde son bulan seyyiddir, seyyidliği de da i m ve bakîdir, denilmiştir. yani "içinde boşluk bulunmayan" da denilmiş, ayrıca "O ki bütün ihtiyaçlarda kendisine yönelinen" de denilmiştir. Bu anlamda samed maksûd demek olur. Hz. Ömer'in şu hadisi de ondandır: "Ensabı, yani nesebleri öğrenip de o n lara ta'netmekten sakınınız, canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki: Şu kapıdan ancak samed olan çıksın desem pek azınız çıkardınız". Bu sözde samed suvdedinde müntehi olan, yani efendiliğinde, şeref ve haysiyetinde, yahud beyliğinde son derecey e yükselmiş olan demektir, yahut ihtiyaçlarda kendisine başvurulan ve kendisi kimseden birşey beklemeyen demektir. Muaz b. Cemuh hadisinde Ebu Cehl'in katli olayında "Onun için samdettim, demesi de onu kasdettim, hem kollayıp durdum, boş bulunacağı anı bekledim." demektir. Hz. Ali hadisinde "Size Hakk'ın amudu tecelli edinceye kadar samden samda" denilmesi de yine bu anlamdadır.

Görülüyor ki, Hz. Ömer'in sözünde samed nekre olarak insanlar hakkında da kullanılmıştır. Kavmin reisi anlamına samedülkavm denilmesi de bu yüzdendir. İşte Muhyiddin Arabî bunun bir bakıma sabit olan izafî bir samediyyetten nasib olduğunu ihtar ve tam mânâsıyla samediyyetin Allah'a mahsus olduğunu beyan eylemiştir. Bu ise ğına-yı tammı ifade etmek için ğına-yı nefsîyi de içi n e alır. Fahreddin Razî de samedi bazılarının sıfat-ı sübûtiyye, bazılarının da sıfat-ı selbiyye olarak yukarıda zikredildiği şekilde ve olarak esaslı iki lügat mânâsı üzerinden onsekiz mânâya kadar tefsir ettiklerini ve onsekizincisinin de "eksilmeden, artmadan, teğayyürat ve tebeddülata uğramaktan, zamandan ve mekândan ve cihetlerden münezzeh" diye ifade edildiğini anlattıktan sonra der ki: Üçüncü vecihte lâfzının bütün bu mânâların hepsine hamledilmesidir ki, bunu da içine alır. Çünkü Allah'ın z atının vücûbuna delalet etmesi açısından bütün selbî sıfatlara ve Allah'ın mübdi-i küll (her şeyi yaratan) olduğuna delalet etmesi açısından da O'na ait sıfat ve özelliklerin hepsine delalet eyler. İkinci meselede demek varlık âleminde Allah'dan başka b i r samed olmadığını gerekli kılar. Bütün ihtiyaçlarda kendisine yönelinen ve zatında değişiklik kabul etmeyen diye tarif olununca da varlık âleminde Allah'tan başka böyle bir mevcut bulunmaması lazım gelir. Şu halde bu âyet tek başına Allah'tan başka bir i lâh olmadığına delalet eyler. O halde "Allah ehaddir" demek, Allah zatında hiçbir şekilde, ne terkip, ne telif bulunmaması anlamına bir olduğuna delalet eder. "Allah Samed'dir" ifadesi de ortaklıkları ve karşıtları nefiy ve red anlamında bir olduğun u dile getirir.

Âyette cevabı verilmesi gereken bir iki soru daha kaldı: Niçin ehad nekire, (belirsiz) essamed marife (belirli) olarak gelmiştir? Bazıları demişlerdir ki; nefiy ve adedin dışında "ehad" Allah'dan başkası için kullanılmadığından dolayı bu anlamda marife hükmünde olduğundan, onu harf-i ta'rif ile marife yapmaya lüzum yoktur. Lakin "samed" öyle değildir, çünkü Allah'tan başkaları için de kullanılır. Razî de bu sorunun cevabında şöyle demiştir: Çoğunlukla halkın vehminde her varlık hissedil i r cinstendir. Halbuki her hissedilen varlığın parçalara ayrılabilir olduğu da bir gerçektir. Onun için hiç bölünme kabul etmeyen bir varlık genellikle hakkın hatırına gelmez, ama samedin ihtiyaçlarda kendisine başvurulan en üst derecedeki yetkili olduğu A r aplarca ve daha başkalarınca bilinir. Nitekim "Eğer sen onlara, kendilerini kimin yarattığını soracak olursan, onlar elbette Allah diyecekler." (Zuhruf, 43/87) buyurulmuştur. İşte ehadiyyet çoğunlukla insanlarca bilinmeyen ve belli olmayan, samediyyet ise bütün insanlarca bilinen bir anlam olduğu için, ehad nekire olarak, samed de o samed anlamına marife olarak gelmiştir.

Bunu şöyle açıklamak bizce daha iyi olacaktır: Müşrikler Allah'ı ve ulûhiyetini tanıyorlarsa da O'nun ulûhiyette birliğini, yani ehadiyyetini tanımıyorlardı. Allah isminin ve ulûhiyetinin birliği gerektirdiğini bilmiyorlardı. Bundan dolayıdır ki, çeşitli dileklerini, ihtiyaçlarını değişik değişik tanrılardan istiyorlar ve herbir ihtiyaç için farklı derecede samedler düşünüyorlardı. Ulûhiyyetin bir samediyyet ifade ettiğini, ilâhın mabud demek ve en baştaki maksud demek olduğunu biliyorlarsa da en baş olmanın birliği gerektirdiğini ve bütün maksatların, bütün samediyyetin bir tek maksudda, bütün kainatın yaratıcısı olan bir tek ilah t a toplanacağını ve buna göre maksat ve dileklerinin hepsini bir noktada, bir kelimede birleştirmek lazım geldiğini bilmiyorlardı. Bundan dolayı da bir hedefte, bir mercide toplanması ihtimali olmayan muhtelif gönüllerle türlü türlü mabudlar, başka başka samedler arasında niza' ve didişme içinde bocalayıp duruyorlardı. Yine bundan dolayı "Allah var, başka ilah yok." denildikçe "Bütün ilâhları bir tek ilâh mı yapmış, bu gerçekten şaşılacak bir şey?" (Sad, 38/5) diyorlardı. İşte ulûhiyetin her bakımdan gerçek vahdeti icap ettiğini bilmediklerinden dolayı o haber verilirken önce işin önemini belirtmek üzere zamir-i şan ile başlayıp "O Allah birdir." diye ehad kelimesi nekire olarak haber verilmiştir: "Siz bu büyük hakikatı bilmiyorsunuz, haberiniz olsu n ki, Allah bir tektir." demek olur. Buna karşılık, bizim bildiğimiz, gönüllerimizde duyduğumuz bu kadar çok ve çeşitli ihtiyaçlara, türlü maksatlara bir tek Allah nasıl yetişir, nasıl kâfi gelir? şeklinde bir tereddüde düşülmemek için de hemen arkasından h er ihtiyacı karşılayacak, her işi bitirecek, her maksada erdirecek, eksiksiz, som, ğani, yegane maksud ve yegane merci'in ancak Allah olduğu anlatılmak üzere hasr ve tahsis ifade etmek için lâm-ı tarif ile şeklinde diye buyurulmuştur ki, şöyle de m ek olur: "O sizin bildiğiniz, tanıdığınız, düşündüğünüz ve düşünebileceğiniz muhtelif maksudların, samed adı altında daha yükseği yoktur." diye anladığınız çeşitli gayelerin hepsi, herşeyin hâlıkı, bütün kâinatın ve herşeyin yaratıcısı ve mercii olan Alla h Teâlâ'nın samediyyetinde birleşir. Tam mânâsıyla samediyyet ehad olan o Allah'a mahsustur. O hiç eksiksiz maksud-ı küll olan yegane sameddir. Çünkü ortağı olan ve ehad olmayan gerçekte samed de olamaz, samed olmayan da ilâh ve mabud olamaz. Bunu böyle an l amak için de "samed" kelimesinin lügatte ve örfte bilinen mânâları, lafz-ı müşterek (ortak lafız) olarak her iki anlamını da içine alacak şekilde genel anlamda değil, önce umumî mecaz olarak "samed denilen ne varsa" anlamıyla, ikinci olarak da selbî ve sü b ûtî en yüksek kemâl olan bütün gerekleriyle maksat ve muradların son gayesi ve hedefi sayılmak üzere iki mertebeli mecaz olarak şeriât dilindeki hakikat mânâsı esas alınarak mülahaza edilmek lâzım gelir ki, işte zikrolunan bütün tefsirlerin hepsi esas bu m aksadı izah içindir.

Burada şunu da söyleyelim ki, tefsir alimlerinin birçoğu samedin tefsirinde seyyidi zikretmişler, birçoğu da bunu gözardı etmişlerdir. Bunun sebebi Allah Teâlâ'ya "seyyid efendi, reis" denilip denilmeyeceği konusundaki ihtilâftır. Bununla beraber bir sahih hadiste "Asıl seyyid Allah'tır." diye varid olduğundan dolayı Süheylî demiştir ki, Muzaf olarak (isim tamlaması olarak) Allah'a seyyid denilemez. Mesela: Meleklerin seyyidi, insanların seyyidi, âlemlerin seyyidi v.s. denilemez. Zaten halkın seyyidi, kâinatın veya mahlukatın seyyidi denildiği zaman da Resulullah Efendimiz anlaşılır. Sonra halkın ihtiyaç ve dileklerinde Allah'a yönelmesi iradî, tabiî veya fıtrî olarak yönelmekten daha geniş anlamlıdır. Çünkü niteliklerin hepsi, m ü mkün olan gelişme ve kemallerinin meydana gelmesini talepde Allah Teâlâ'ya yönelmiştir: "Hepsi dua ve tesbihini iyice bilir." (Nûr, 24/41) buyurulmuştur. Allah Teâlâ, hem mübdii küll, (herşeyin yaratıcısı) gaye-i külldür (son amaçtır). Onun için evvel v e âhirdir. Şu halde bu iki âyette bu iki noktanın Allah'ın zatının tekliğinde birleştiğine tenbih vardır. Şu halde ikinci soru: O halde "Allah" yüce isminin her iki âyette de ve diyerek iki defa tekrarında ne fayda vardır? diye sorulursa, bunda zikro l unan tenbihten başka birkaç fayda daha vardır:

Birincisi: Önceki sualin cevabından anlaşılacağı üzere haberlerin birinin nekire, birinin marife olarak getirilmesindeki faideyi sağlamaktır. Zira tekrar edilmese iki haberin ya ikisinin birden nekire, ya da ikisinin birden marife olması gerekirdi.

İkincisi: Her iki haberden her ikisinin de doğrudan doğruya isminin Allah olduğuna tenbih vardır. Onun için isim tekrar edilerek atıf yapılmıştır.

Üçüncüsü: Ehad ile es-Samed vasıflarından her birinin tayin ve tesbiti aynı zatta başlıbaşına birer özellik olduklarına tenbih etmektir. Onun için ikincisinde özellikle diye sadece zamir ile yetinilmemiştir.

Ayrıca üçüncü bir soru olarak da: İki cümlenin ikisi de başlıbaşına birer maksûdu dile getirmişken, birincinin öne alınmış olmasındaki hikmet nedir? Neden ehadiyyetle ilgili cümle samediyyetle ilgili olan cümlenin önüne geçmiştir? diye sorulacak olursa, bunun da hikmetinin herşeyden önce müşriklere Allah'ın birliğini bildirmenin önemidir. Samedi y yetin ise, işaret olunduğu gibi, o birlikten kaynaklanan bir suale cevap makamında veya ona delil olarak veyahut sonuç olarak zikredilmiş olmasıdır. Çünkü lizâtihi ğına-yı tam (tam ihtiyaçsızlık) ile ğani ve kendisinden başka her şeyin kendisine muhtaç olduğu anlamı, her şeyden önce O'nun birliğinin kabul edilmesiyle mümkün olur. Böylece Allah'ın ehadiyyeti, ğına-yı tam ile samediyyetini de gerektirmiş olur. Hasılı samediyyet cümlesi, bir bakıma ehadiyyetin delili, bir bakıma sonucu gibi olduğundan, birinc i cümleyi pekiştiren bir cümledir.

Ana Sayfa