2-BAKARA:
283- Ve şayet
yolculukta olur, bir kâtip de bulamazsanız, o zaman vesikalarınız, aldığınız
rehinlerdir. Gerçi rehin alınabilmesi bu zamana ve bu şartlara bağlı ve münhasır
değildir. Hazar zamanında kâtip ve yazı mümkün iken de rehin almak sahih ve
caizdir. Fakat kâtip bulunmadığı, senet ve yazı ile belgelendirmeye imkan
olmadığı zaman rehin konusu kendini açıkça belli eder. Bundan dolayı bu şartlar
rehinin sıhhatına ve cevazına değil, belgelendirmek için be l irliliğin
şartıdır. Yani bu şart, seferde değilseniz ve kâtip bulursanız rehin alamazsınız
anlamına değildir. Bunun böylece mefhumu muhalifi muteber değildir. Mantık
açısından da bellidir ki, bir önceki hükmün geçersizliği, ondan sonraki hükmün
de geçersi z liğini gerektirmez. Ancak şart bulunduğu zaman o şartın gerekli
kıldığı şey, yani meşrut gerekir. Şu halde seferde olmak ve kâtip bulunmamak
rehnin cevazının veya sıhhatının şartı değildir, belki vücub veya mendubiyetinin
şartıdır. Ve bu şart da esas itib a riyle kâtibin bulunmamasından dolayı yazının
imkansızlığıdır. Sefer bunun alelade sebebi ve çokça meydana gelen durumu
icabıdır. Başka bir deyişle "kayd-i ihtirazî değil, kayd-ı vukuîdir". Diğer
mazeret sebeplerinden biriyle dahi hazar zamanında da kâtip b ulunmazsa, hüküm
yine böyle olacaktır. Hazar zamanında rehinin caiz oluşu Peygamber Efendimizin
uygulaması ile de sabittir. Çünkü Resulullah hazarda iken zırhını rehin
vermiştir. Bununla beraber âyet şunu gösteriyor ki, senet ve yazı ile
belgelendirmek mü m kün oldukça, müminler arasındaki borç alışverişlerinde rehin
talep etmek caiz olsa da mendub olmayacaktır. Meğer ki bir mazeret, bir sebep
bulunsun. Bir de anlaşılıyor ki, rehinin tamam olması için onun fiilen alınmış
olması şarttır, sözü edilip de alınma m ış olan rehin belge özelliği taşımaz.
Zaten rehin kelimesinin mânâsında hapsetmek vardır. Şu halde rehinin hisse-i
şâyi'a (çok ortaklı mal) olması da doğru olmaz. İşte esas olmak üzere
borçlanmada ve diğer işlemlerde üç türlü belgelendirme vardır: Bunlar y azı,
şahit ve rehindir. Dindarlık ve takva anlayışı, gerçeği belgelendirmeye ve
hakkın yerini bulmasına hizmet eden bu gibi belgelendirmeye engel olmamalı,
hatta buna yardımcı olmalıdır. Müminler borçlanma ve ticarî işlemlerde ve bütün
muamelelerinde bu g i bi belgelendirmelere riayet etmeli ve bu surette helal
malı korumaya ve onu telef olmaktan, kayba uğramaktan kurtarmaya çalışarak,
meşru yollardan kazanç ve üretimi arttırmaya gayret etmeliler ki, insan bu
sayede Allah yoluna infaka güç yetirebilsin. Alla h 'ın gazabına uğrayan ribâ ve
benzeri haram şeylerden sakınsın da takvaya devamı mümkün olabilsin. Görülüyor
ki, insan hakları için bu arada en büyük güvence Allah Teâlâ'ya bağlılık ile,
O'nun emirlerine sarılmak demek olan din ve takva duygusudur. Bu olma y ınca
diğer belgelerin ve ayrıntı sayılan müeyyidelerin faydası pek sınırlı
kalır.
İmdi bir kısmınız,
bir kısmınızdan, yani bazı alacaklılar bazı borçlulardan güven içinde olur,
rehin almaz ve bu gibi belgelerden hiç birine lüzum görmezse güvenilen kimse de
emanetini gecikmeden tediye etsin, borcunu ödesin. Güvenilmeye değer ve layık
olduğunu isbat eylesin. Demek oluyor ki, yukarıda emrolunan üç türlü
belgelendirmeden hiçbirini yapmayıp da mutlak olarak güvenmek dahi caizdir. O
halde yukarıda geçe n "yazınız!", "şahit gösteriniz!" emirleri ile "rehin
vermek" şeklinde gerekler vücub için değil, mendûbiyet içindir. Zira bunlar
vücub için olursa, o vücûbun bu ikinci şıkla mensuh olması gerekir. Gerçekten de
Hasan, Şa'bî, Hakem b. Uyeyne gibi bazı müfessirler bu son hükmün öncekileri
neshettiğini kaydetmişlerdir. Ancak Abdullah ibni Abbas hazretleri "Müdayene
âyetinde nesih yoktur, âyet muhkemdir" diye açıkça bildirdiği ve bu âyetin
nüzulünün öncekinden daha sonra olduğuna ilişkin bir açıklama da b ulunmadığı,
halbuki tarih muahhar olmadıkça nesih bulunmayacağı yönünde bütün tefsir
âlimlerinin ittifakı ile burada nesih olmadığı söz konusu ise de, bununla
beraber birçoğu yine de buradaki güven şartının nâsih (neshedici) değil, fakat
nedbe bir karine o lduğunu söylemişlerdir. Ata, İbni Cüreyc, Nahaî ve daha
birçokları bu cevaz "Eğer seferde iseniz ve kâtip de bulamıyorsanız..."
ifadesine göre, sefer şartına ve kâtip bulunmaması durumuna bağlı olduğuna göre,
rehnin mendubiyetine karine olursa da imkan o lduğu takdirde bu emirlerin
mendubiyete hamlini gerektirmeyeceğinden, imkan hasıl olduğu takdirde bu
emirlerin, yani yazmayı ve şahit bulundurmayı öngören emirlerin vacip olduğuna
kail olmuşlardır. Ahkâm-ı Kur'ân'da Ebubekr Razî'nin açıklamasına göre, "Fı k ıh
mendub olduğu görüşündedir, fakat her ne olursa olsun kendisine emniyet edilip
senetsiz, şahitsiz borç verilen kişiye emaneti hakkıyle eda etmek farzdır."
Kendisine güvenilen insan boynunda bir farz olduğunu bilsin ve Rabbi olan
Allah'dan korksun da o güveni hiçbir şekilde kötüye kullanmasın. Siz de
şahitliği gizlemeyin. Ey şahitler, ihtiyaç olduğu anda şahitliğinizi eda
etmekten hem kaçınmayın, hem de görüp bildiğiniz gerçekleri gizlemeyin. Ey
borçlular siz de içinizde bildiğiniz, görüp durduğunuz b o rcunuzu inkâr
eylemeyin. Zira her kim şahit olduğu gerçeği gizlerse, muhakkak ki, o kötü
kalbli günahkâr bir kimsedir. Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek öyle dış
veya iç uzuvların işlediği günah gibi değildir; bizzat imanın karargahı olan
kalbi n ve ruhun işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da en büyük
günahlardandır, kâfirliğe ve inançsızlığa en yakındır. Nitekim Abdullah ibni
Abbas'dan rivayet olunmuştur ki: "Büyük günahlardan en büyüğü şirk, yalancı
şahitlik ve şahitliği ketmetmektir." Şahitliği ketmetmek böyle bir kalb
günahıdır. Allah ise şahitlik veya şahitliği gizlemek gibi açık, belli veya
gizli kapaklı her ne yaparsanız hakkiyle ve tamamiyle bilir. Sırası gelince de
cezasını verir. Sakın kalbde kalan gizli şeyleri kim bilecek, demeyiniz.
Zira:
Ana
Sayfa